18 Mayıs 2012 Cuma

İlluminati ve masonluk

Yanlış anlaşılan 3 nokta:

1) Görüşlerimin değiştiği yok, bırakın Illuminati'yi Aydınlıkçı felsefe bile insanlığın en üst seviyede yaşaması için birleşmesi gerektiğini söyler, buna göre tek din, tek bir devlet, tek bir millet var olmalıdır. Ama siz tutturmuşsunuz bir "Tek Dünya Krallığı" diye... Illuminati'nin Yahudi olmadığını hala anlayamayıp, en büyük amaçlarının Büyük İsrail'i kurmak olduğuna inanan komplocularsınız.

2) Aydınlıkçılar Illuminati ile savaşmaz zaten, sadece izler, karışmazlar. Ama siz savaşırsanız yardımcı olsun diye bildirge hazırlıyorlar.

3) http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9Frakilik



Not: Bana gelince, ben görüş olarak hiçbiri değilim. Dediğim gibi her şeye sorgulayarak ve mesafeli yaklaşırım.




___Konuyla İlgili 12 Tane E-kitap___

İçerik

Aydoğan Vatandaş – Haarp(Kıyamet Teknolojisi)
Aytunç Altındal - Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri
Ergün Poyraz - Takunyalı Führer
Ergün Diler - Şato
Ergün Poyraz - Musa'nın Gül'ü
Ergün Poyraz - Musa'nın Mücahidi
İ.Yaşar Hacısalihoğlu - Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye
Mahir Kaynak/Ömer Lütfi Mete - Erdoğan Operasyonu
Mahir Kaynak - Büyük Ortadoğu Projesi
Nevzat Tarhan - Psikolojik Savaş(Gri Propaganda)
Ömer Lütfi Mete/Mahir Kaynak - Derin Pkk Büyük Oyunun Gizli Kodları
Tuncar Tuğcu - Masonların Saklı Tarihi

İNDİR

(Alıntıdır,tarafımdan derlenmiş ve yüklenmiştir.)

Konuyla ilgili elimdeki e-kitapları topluca yüklemek istedim. Neticede her bir kaynak olaylara farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor.

___6 KİTAP DAHA___



İçerik

Aydoğan Vatandaş - (Armagedon)Türkiye-İsrail Gizli Savaşı
Banu Avar - Böl ve Yut
Harun Yahya - Tapınak Şövalyeleri
Merdan Yanardağ - Bir ABD Projesi Olarak AKP
Serge Hutin - Gizli Cemiyetler

İNDİR
Gizli Dünya Devleti İNDİR 
(http://sionvadisi.net/diger/blog 'dan Alıntıdır.)

___3 Kitap___


İçerik

Antony C. Hutton - Amerikan Gizli Hükümeti (Kurukafa ve Kemikler)
Necip Fazıl Kısakürek - Yahudilik-Masonluk-Dönmelik
Ergun Candan - Antik Mısır Sırları

İNDİR



İNDİR


İndir


İndir

Konuyla İlgili Bazı Linkler

http://mediaexposed.tumblr.com/
http://forum.davidicke.com/index.php
http://michaelsikkofield.blogspot.com/
http://davidrakifeli.blogspot.com/
http://emre1974tr.blogspot.com/
http://dabb-escobar.blogspot.com/
http://selamordaki.blogspot.com/
http://manyetikmavi.com/sozun-ozu/fi...-5-beatles.php
http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php
http://illuminatioyunkartlari.blogspot.com/
http://akademim.blogspot.com/2011/06...embolleri.html
http://melankolikasalet.blogspot.com...max-results=11
http://bunlarbabadanogulanesilherhal...max-results=38
http://islakcimenler.blogspot.com/

LOZAN'DA OYNANAN OYUN




Hılâfet’in ilgasını intaç eden siyâsî manevra. Lozan Konferansı esnasında tezgâhlanmıştır ki, bu hususa dâir işbu eserin birinci cildinde oldukça tafsilât verilmiştir. Orada yazılanları tekrarlamamak için burada plânın mantığını tebarüz ettirmekle iktifa edecek ve okuyucularımızdan o kısmı tekrar gözden geçirmelerini rica edeceğiz.

İsmet Paşa Lozan’a gittiği sırada M. Kemâl Paşa Türkiye’de halife olmak temayülü içinde bulunuyor ve bu temayülü ifâde eden beyan ve hareketleri açıkça icra ve ifâdan ictinâb etmiyordu.

Biraz aşağıda “ilganın fiilen gerçekleşmesi” keyfiyetinin izahı sadedinde bu babtaki faaliyetlerin tafsilâtını nakledeceğiz. Aynı şekilde İsmet Paşa da Lozan’da Hılâfet’in muhafaza edileceği kanaatini uyandıran beyanatlar veriyordu ki,bunlardan bir iki misâli evvelce zikrettik.

İngiliz Hâriciye Vekili Lord Gürzon Hilâfet mevzuunda yeni Türk idarecilerinin takındıkları bu lavn görünce arada bir, onları yoklamaktan da geri durmuyordu.Lozan zabıtları dikkatle incelendiğinde, Lord Gürzon’un kasden bazı islâmî mevzulara temas ettiği, bununla, Türk Başmurahhası’nın hissiyatını yoklamak maksadını lakibettiği açıkça görülür. Bunlardan biri olarak öteden beri “mesned-i hilâfet” kabul edilen “Emânât-ı Makaddese” nin ve bu meyanda meşhur Medine müdafii Fahreddin Paşa’nın emniyyet mülahazasıyla Medine’den İstanbul’a naklettirdiği dinî ve tarihî kıymeti haiz bir kısım eşyanın yerlerine iadesinden dem vuruyor ve bu taleb İsmet Paşa’nm dini bütün bir müslüman ve bir nevi halife murahhası ölçüleri içinde hışımla cevap vermesine sebep teşkil ediyordu.

Bu yoklamalardan sonra Lord Gürzon müzâkereleri çıkmaza sokmuş, sulhun imkânsızlığına dâir beyanlarda bulunmaya başlamıştı. Bununla da iktifa etmeyerek İnönü’nün “müşavir” sıfatıyla Lozan’a götürdüğü meşhur hahambaşı Haim Naüm Efendi’yi İsmet Paşa’ya göndermiş ve “eski taahhüdleri istikametinde kalarak Hilâfeti ilga etmemeleri hâlinde sulhun imkânsızlığı “O’na açıkça söylemişti.

Sulhun gerçekleşmesi için Hılâfetin ilgâsı şart koşulunca,Türkiye’den ayrılmazdan önce bu müessesenin muhafaza edilmek istendiğini bilen,hatla M-Kemâl Paşa’nın halife olmak arzusunu taşıdığına vâkıf bulunan İnönü, “Böyle bir şeye re’sen karar vermek selâhiyetini hâiz (bulunmadığını”söylemiş ve Haim Naum Efendi’yi, mes’eleyi bizzat M. Kemâl Paşa’ya anlatmak üzere Türkiye’ye gitmesini tavsiye etmişti.

Bu sırada M. Kemâl Paşa İzmir’de toplanacak olan ” İktisad Kongresi” nde bulunmak üzere Ankara’dan yola çıkmış ve her gittiği yerde Hılâfeti göklere çıkaran konuşmalar yapa yapa İzmir’e vâsıl olmuştu.İşte, İzmir’e gelmiş ve henüz İktisad Kongresindeki konuşmasını yapmamış bulunduğu bir sırada Haim Naum Efendi kendisine mülâki olmuş ve Lozan’da Hilâfet mes’elesi etrafında teessüs eden karar ve niyeti öğrenmiştir.

Böylece Hılâefet muhafaza edilmek istenildiği takdirde sulhun gerçekleşemeyeceğini anlayan, halbuki tasarladığı inkılâb hareketleri için biran önce sulha nail olmak hususunda dehşetli bir isticali bulunan Kemal Paşa İzmir’de artık mukavemetten vazgeçmek kararına varmış ve bu kararı fiiliyata döken iki icraatı derhal orada gerçekleştirmiştir.

Bunlardan birisi İzmir İktisad Kongresi’nde söylediği ve yol boyunca irad ettiği nutuklarla tezad teşkil etmek üzere Hılâfet’i tahkir eden sözlere yer vermesi diğeri de askerin, yorgunluğunu ileri sürerek silâh altındaki efradın büyük bir kısmını terhis eylemiş bulunmasıdır.

Bununla sûlhü Hilâfet’ten vazgeçmemek kaydıyla gerçekleştirmek istikametinde hareket etmeyeceğini, kısacası Haini Naum vasıtasıyla kendisine teklif edileni kabule meylettiğini fiilen göstermek işlemiştir. Sonra da bu kongreyi idare etmesi mevzubahis olduğu halde, bunu Kâzım Karabekir Paşa’ya terk ve havale ederek geri dönmüştür ki, bu seyahat ve harekât utrzından ileride tafsilatıyla bahsedilecektir

Eskişehir’de Lozan’dan dönen İsmet Paşa’ya mülâki olan ve O’nunla birliktetrenle Ankra’ya gelen M. Kemal Paşa, yolda mes’elenin tafsilatım öğrenmiş veartık Hilâfet mevzuunda tamamen rota değiştirmiştir. Bu değişikliğin fiilî emarelerinden biri de henüz tasfiye edilememiş bulunan Meclis’teki “İkinci Grup ” un zoruyla icra edilen “gizli celse” deki sözlerin en hayali bir kısmını ifşa etmek üzere kasden seyahate çıkmış bulunmasıdır.

O sözler Türkiye’nin Musul mevzuunda daha fazla mukavemeti göze alamayarak yani İngilizlerle harbe cür’et,edemeyerek gerekirse burasından vazgeçmenin lüzumuna dâirdi. Gizli celsedesarfedilmiş bir sözün, izhar edilmiş bir kanaatin, Konya’da gazetecilere alenen ifâdesi ne menem şeydi? Bu sözler binbir entrika ile Lozan’daki konferans müzâkefelerini inkıtaa uğratmış bulunan ve bu taktik ve siyâsetin ne şekil alacağını görmek üzere ses dinlemeye koyulan Lord Gürzon’a karşı uzaktan yükseltilmiş bir nevi teslim bayrağı gibiydi.

Bu teslim bayrağının Türk siyâset ufkunda dalgalanışı nihâî olarak 3 Mart 1924′te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndevâki’ olacaksa da O’nun sırrı ve gayrı resmîsi daha önce böyle ve defaatle gerçekleşmişti

.Bu andaki taktik “Hılâfet’in ilgası” hususundaki eski taahhüdlere sâdık kalınacağı garanti edilmekle beraber bunun ancak II.Meclis’te gerçekleşebileceğine İngilizler’i ikna etti.

İşte bu gibi sebeplerle ortaya çıkan bu teslim oluşun bâtını veçhesine daha fazla yer vermek imkânı -şimdilik- mevcud olmadığından zahirde cereyan eden ve Hılâfet’in ilgâsıyla neticelenen hâdiselerin panoramasını takdim etmek istiyoruz…….

Kaynak:Lozan Zafer Mi Hezimet Mi Cilt 3 – Kadir Mısıroğlu

İLLUMİNATİ çocuklarada bulaştırdılar


İlluminati'nin Akrabalığı



BU KİŞİLERİN AKRABA OLDUĞUNU BİLİYORMUYDUNUZ!?..KAYNAK;İNGİLTERE TARİHİ AKRABALIK CEMİYETİ...PLAYBOY'UN SAHİBİNDEN KAZIKLI VOYVODAYA KADAR UZANAN SİMALAR. VE BU SOYUN DAYANDIĞI HANEDANLIK

videoyu izleyin

http://www.facebook.com/video/video.php?v=198294740258109

Mezhep İmamları deyip geçmeyin.. Önce araştırın iyice..


 
O Adamlar ki Selam olsun onlara... Kur-an ı ezbere bilirler.. hafızalarında Binlerce Hadisi ezbere tutarlardı.. Önüne versem okumaya kokarsın o kişilerin ALLAh ın izni ile akıllarında tuttukları bilgileri...

İşte onlar bir işe bakar iken tüm bu bilgi süzgeçinden geçirirlerdi işi.. Şimde sen ey kişi.. daha ezbere bir kaç ayet bilirken

NE DEMEYE HADDİNİ AŞIYORSUN.. DUR HELE... DAHA DUR BİR SAKİN OL... Bu yol uzun bitmez.. az bir bilgi ile hemen göklere çıktım çözdüm zannetme yanılırsın..

DÜŞÜŞÜN ÇOK SERT OLUR VE ÇOKÇA AĞLARSIN..!!!

Ünal Şafak Ekmekci (Şaman Simyacı)

İntikam duygularım






Hiçbiri kişisel bir sorun değildi benim için. 28 Şubat süreci devam ederken öfke doluydum.

Ülkemin maruz kaldığı muameleye isyan ediyordum. Tek tek bildiğim ve gördüğüm hikâyelerde, masum ve savunmasız insanlara yapılan haksızlıklara, zulümlere tahammül edemiyordum. Geri, ilkel bir devlet haline gelişimize kızıyordum. Kaba gücün hakim olmasına, entrikalarla, tezgâhlarla ortalığa nizam veren ahlâksızların sözünün geçer akçe haline gelmesine dayanamıyordum. İntikam duyguları ile doluydum; çünkü ülkeme ve gelecek nesillere karşı sorumluluk taşıyordum. Sorumluluğunuzun gereğini yerine getiremezseniz, öç alma duygularınız büyür. Ortada görülmemiş bir hesap dururken. Üstelik bir güzel ismi de "Müntakîm" olan Allah'a inanıyorum.Hâlâ aynı duygularla doluyum. 15 yıl boyunca, 28 Şubat'ın faillerine ve destekçilerine karşı intikam duyguları besledim. Bu hesabın ahir ömrümde kapanmayacağı endişesi, intikam duygularımı azaltmadı. 28 Şubat'ın anlı-şanlı generallerinin, sivil toplum bezirganlarının, anlı şanlı kalemlerinin insan içine çıkamayacak hale gelmesi, öfkemi dindirmedi.Ben rövanşın alınmasını istiyorum. Bu milletin âhının darbecilerde kalmamasını, intikamının alınmasını bekliyorum. İtiraf ediyorum: Darbeler tarihimizin en pespaye darbesinin mahkeme önüne gelmesi, bu ülkenin vatandaşı olarak beni mutlu ediyor. 28 Şubat döneminde devlet, ordu, medya, sendikalar işbirliği içinde dev bir suç örgütüne dönüştü. Bu suçların tamamının aydınlanmasını, suçluların en ağır cezalara çarptırılmasını bekliyorum. "Dar tutulsun", "cadı avına dönüşmesin" itirazlarına da bozuluyorum. Kim suç işlemişse, kim bu insan hakları katliamında rol almışsa karşılığını alsın. Müstehakını bulsun. Nereye uzanıyorsa gidilsin. Benim gibi intikam duyguları ile son 15 yılı geçirenlerin yüreği soğusun.Ben intikam istiyorum. Hem de en şiddetlisini... Neden mi? Çünkü Türkiye'nin şu rezil darbeler döneminin bir daha açılmayacak şekilde kapanmasını istiyorum. Elindeki silahı, üstündeki üniformayı, oturduğu makamı amacı dışında kullanan, çevresindekilerin gazı ile baştan çıkan zorba darbecilerden bu ülkenin artık kurtulması lâzım. Bana düşen darbecilere ve darbeye karşı öfkemi göstermekten ibaret. İntikam duygularımı görsünler, bu ülkeye ne kadar kötülük yaptıklarını, insanları nasıl çileden çıkardıklarını anlasınlar.Hepimizin intikam alma hakkı var. Meşrû ve insanî bir hak bu. Ben duygularımı ifade ederek intikamımı alıyorum. Doğrudan zarar görenler davaya müdahil olarak intikamlarını alacaklar. Hukuk devletinde yaşıyoruz. Bizim adımıza hesabı yargı soruyor. Bizim adımıza gözleri bağlı yargının devreye girmesi, doğal intikam duygularımız yüzünden. Hukukun en temel prensibidir: "İnsan kendi davasının yargıcı olamaz." Çünkü intikam duyguları ile ölçüyü kaçırır. Ben intikam duygusu ile hareket edeceğim, adalet dengeyi bulacak. Kararı ben değil yargıçlar verecek.28 Şubat, işbirlikçileri ile birlikte en geniş kadrolu darbe olarak yapıldı. Batı Çalışma Grubu etrafında savcılığın yürüttüğü soruşturma, devlet içinde oluşturulan bir çeteyi hedef alıyor. Tutuklamalar sanıldığı kadar genişlemez. Yasaları dolanıp ahlâk kurallarını çiğneyen bir sürü güç ve iktidar sahibi hâlâ hayatta. BÇG bir fitne ve fesat merkezi idi. Deşifre edilmesi işbirlikçilerinden oluşan geniş bir listeyi önümüze delilli-ispatlı olarak çıkartacak. Onları da kamuoyu yargılayacak.İntikam çok güçlü bir duygu. İnsanı diri ve tetikte tutuyor. Üstelik gözlerde çakmak çakmak biriken mağdurun öfkesi, haksızlık yapmaya niyet edenleri durduruyor.28 Şubat'ın rövanşı alınıyor. Ne güzel! Bu dünyada alacak verecek kalmıyor.

AYASOFYA

 
Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya! 
Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi, 
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!... 
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?...
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...

Ayasofya ses vermiyor,
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!...

Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?...

Ayasofya! Ayasofya!...Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur'an sesleri?...
Kur'an sesleri dindirilmiş,
Müslümanlar sindirilmiş!...
Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinin
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!...

Fethin, Fatih'in mabedinden kitab-ı mübini,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,
Kimin elidir?!...
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!...

Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Ayasofya,
Ey muhteşem mabet;
Gel etme,
Bizi terketme!...
Bizler, Fatih'in torunları, yakında putları devirip,
Yine seni camiye çevireceğiz...

Dindaşlarımızla,
Kanlı göz yaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız,
Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bnir fetih olacak,
Ezanlar bu fethin ilanını,
Ozanlar destanını yazacaklar...

Putperest Roma'ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah'ın ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!...

Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak...
İkinci bir fetih, yine bir ba'sü ba'delmevt...
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!...

Mahzun Ayasofya



 
Tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde yepyeni bir devrin kapısı açılmıştır. O gün Kâinatın Efendisi’nin (asm) bir mucizesinin tahakkuk ettiği gündür aynı zamanda: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel bir kumandan ve onun ordusu ne güzel bir ordudur.” (Kenzül Ummal 14/219, Müstedrek-ül Hâkim 4/422.) güzel kumandan ve güzel ordusu İstanbul’a Salı günü dahil olur...
Fatih’in Ayasofya kilisesine girince ‘Secde-i şükrân’a kapandığı ve ondan sonra da iki rek’at namaz kıldığı ve ilk ezanın da işte o sırada okunduğu rivayet edilir: Artık Ayasofya katedral değil camidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun azametli devrinde riayet edilmiş eski bir an’ane vardır: Ordu içeri girip burçlara bayrak çekilirken, surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camide kılınır. Kilise devrindeki ismini fetihten sonra da muhafaza eden ‘Ayasofya Camii’ işte bu sebepten dolayı İstanbul fethinin en büyük sembolüdür. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesi üç günde tamamlanmıştır.
LÂNET DUASI
Ayasofya camiye çevrildikten sonra, Sultan Fatih Muhammed Han buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımlı olması için 62 vazifeli tayin etmiştir. Artık yaklaşık beş yüz sene burada mukaddes vazife ifa edilecektir. Hazret-i Peygamber (asm) harika mucizesiyle 800 sene evvelinden İstanbul’un fethini haber verdiği gibi; Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de kendisinden 500 sene sonra Ayasofya’nın puthaneye çevrileceğini kerametvâri bir nazarla görmüş ve bunu yapanlara lânet duası etmiştir. Fatih vakfına ait vakfiyede şunlar yazılıdır:
“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fasit bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kasteder ve aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister, yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyen la’neti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenlerindir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekeratı, kıyamet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, Âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah’a aittir.”
“KAHROLSUN GÂVURLAR”
450 sene sonra... İstanbul işgal altındadır. Sultan Vahdettin Han Hazretleri, İngilizlere dostmuş gibi gözüküp Anadolu’da milli mücadelenin teşekkülü için var gücüyle çalışmaktadır. Bir Fransız taburu Harbiye nezaretinden aldıkları izinle Ayasofya’yı teslim almak için harekete geçmiştir. Lâkin gizli bir emir Binbaşı Tevfik Bey’e ulaşır. Tevfik Bey hayatını ortaya koyar ve Fransızlara Ayasofya’yı teslim etmez.
Anadolu’daki milli mücadele avn-i İlâhî ile zaferle neticelenmiş, Sultan bu saadetli günü Ayasofya’da dua ve şükürle geçirmek ister. Ayasofya hınca hınç doludur. Tablo, muhteşem ama bir o kadar da mahzun bir tablo. Ecnebî Sinyor Piyetro Quaroni anlatıyor:
“Mihrabın yanında bu mü’minler kalabalığının önünde O, tek başına duruyordu. Başında gri bir kalpak vardı. O... Majeste Altıncı Mehmed... Osmanlıların İmparatoru, mü’minlerin emiri, zıllullahi fi’l-arz, krallar kralı, sultanlar sultanı, âlemdeki hüsrevlere taçlar dağıtan ve daha nice unvanlara sahip sultan... Cemaat halinde eda edilen İslâmî ibadet, yani namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. Bütün mü’minler hep birlikte secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda, kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir. Ulemâdan bir zat minberde birkaç basamak yükseldi. Ben uzaktan onun sadece ak sakalını ve kocaman beyaz sarığını görebiliyordum. Kulaklarım ara sıra bir kelimeyi farkedebiliyordu. Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum. Ve hutbe biter bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi:
“Kahrolsun gâvurlar!”
Ve şu anda kendimi yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben, itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım:
- Kahrolsun gâvurlar!
Birdenbire bir komutla camide ince bir yol açıldı, Sultan, Ayasofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim: Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hâlâ bükülmüş, avuçları hâlâ kıbleye doğru açıktı. Yüzü çok sararmıştı; İstanbul hâlâ işgal altındaydı...” (Ayasofya, Hüseyin Yılmaz, Timaş Yay., İstanbul 1991.)
VE KARANLIK YILLAR...
Ayasofya 24.11.1934 tarihli ve 2/1589 sayılı, Resmi Gazete’de neşredilmeyen, kanunlar ve o zamanki anayasa karşısında hiçbir geçerliliği olmayan bir Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Bundan böyle, o uğruna pek çok şey feda edilen, adına destanlar, şiirler yazılan; padişahlara, imparatorlara mabed olan, fethin sembolü Ayasofya bizim değildir. Biz Ayasofya’yı, Ayasofya bizi kaybetmiştir artık. Ayasofya ile birlikte kaybolan özümüz, imanımızdır...
Ayasofya mahzun, içinde namaz kılınmadığına... Ayasofya mahzun; Fatihler, Akşemseddinler yetişmediğine.. Ayasofya mahzun, hafızların sesini işitmediğine... Beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine kendisini tekrardan çevirecek nesillerin henüz gelmediğine mahzun Ayasofya...

LOZAN'DA KAYBETTİKLERİMİZ

Türklerle Kürtleri Kim Ayırdı?



 
Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevâtın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir mâcerâ filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar… Bir de büyük düşmanlar bizi “Aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla dâvet etmişlerdir!

Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir?

Cevâbı meçhul olmayan bu soru, yerli mâcerâ filmi meraklılarına “Nayır, nolamaz!” dedirtebilir.

Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse isbât edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir. Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır!

Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.
Türkiye müslüman ahâlinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünyâ hükümrânı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur!

“Bu, anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir.

Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “Biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar.” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “Ne yapalım?” mevzûlu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bâzı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz.” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur!..

O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübâdele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların fark edilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyâseti tutturulmuştur. Fakat bu “Türk” siyâseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyâseti”, târihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. Îcâd edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyâseti izlenmiştir.

Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dîninden, îmânından uzak tutulmuştur. Hattâ dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir târihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir.

Küçük bir oligarşik zümre dışında, umûmen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamâmen çıkarılmış; dil, târih yeniden oluşturulmuş; geriye kala kala vatan kalmıştır!
Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi?

Din berâberliği, his beraberliği, gönül berâberliği iç içe idi. Dil, yâni “osmanlıca” denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhâl olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl, türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili hâline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiçbir müslüman, türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu.

İslâm düşmanlığı siyâseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihnî yapısına ağır hasarlar verilmiştir.

Yazar: D. Mehmet Doğan